6 Ağustos 2019 Salı


"Müzik kariyerim"in kısa öyküsünü fırsat verildikçe anlatmayı seviyorum. Yakın çevremde olup bu öyküyü defalarca dinlemek zorunda kalan dostları sıkmak pahasına üstelik.  Burada, ilk uzunçalar albümümü edinmiş olan sizlere son kez ve kısaca anlatacağım. Hem belki böylece, bir müzik kariyerim olduğu konusunda kendimi ikna etmiş olurum.


Her şey 2016'nın Nisan ayında bir şeyler mırıldanmamla başladı. Sözler sözleri, kimi notaların üzerinde salınarak izledi derken. Sakin bir bahar gününde elime gitarı alıp, günlerce otobüslerde, vapurlarda sayıkladığım sözleri, beraberinde getirdikleri melodilerle sıraya dizince, "Sanırım şarkı yaptım" dedim. 'Eski Bahar Şarkısı', böyle ortaya çıktı. Bugün dinleyince, bu acemice heyecanı, akla ne gelirse cümlelere ve akorlara dökmüş olma halini barındırdığını anlıyorum. Ama bu hissi sevdim. Eşin, dostun dâhil olmasıyla kaydettim, paylaştım. Beklemediğim, ihtimal vermediğim bir güzel tepkiyle karşılaşmak bana aklımdan geçen başka sözlerin de şarkılarıma dönüşebileceği cesaretini verdi. 'Satır Satır' ve 'Sevdakeder' böyle doğdu. Birkaç yüz kişinin takip ettiği bir internet video kanalında, kendi imkânlarıyla kaydettiği birkaç şarkısı olan bir akademisyendim artık, hepsi bu.

Aylar sonra Pasaj Müzik'ten sevgili Abdullah Elaldı, sosyal medya üzerinden ulaştı bana. Görüşmek istiyorlardı. Gittim, tanıştık, görüştük. O gün oradan bir "şarkıcı" olarak çıktım, şimdi şimdi fark ediyorum. Bir süre sonra, son iki yılımı geçirdiğim Harems Stüdyo'da her şey yeniden başladı. Bir dinleyici olarak tanıyıp sevdiğim insanlarla birlikte çalışıyordum artık. Onların emekleri ve yetenekleriyle var olan şarkılar şarkıları, o şarkılara çekilen video klipler birbirini izledi. Elinizdeki albüm, işte bütün bu emeğin meyvesi.

Bu süreçte bana, şarkılarıma inanan, "Hayır, bence böyle bir maceraya atılmamalıyım" dediğim anda ellerimden tutup beni düştüğüm yerden kaldıran, adlarını bu sayfalara sığdıramayacağım ne çok insan var...

Burcu için ne yazabilirim ki? Her zaman olduğu gibi en büyük destekçim, yoldaşım, öykümü benimle birlikte yazan kişiydi. Yaptığım her şeyde tüm varlığıyla olması, en büyük mutluluğum. Üstelik ikimizin başladığı bu öyküye, oğlumuz Ali Yağmur dâhil oldu yolun yarısında. Her şey sevgiyle başlamıştı, sevgiyle sürdü...

                                    
'Satır Satır'la tanıştık Gözde Öney'le. Ama ne tanışıklık... Dostluğun anlamını en çok onun varlığıyla anladım sanırım. Bu albümdeki her adımda emeği, hemen her şarkıda güzel sesi, fikirleri, deneyimi ve iyi niyeti var. İyi ki...

Sevgili Gökhan Tümkaya, Hüseyin Çebişci, Efe Demiryoğuran, Evren Arkman ve bu albümde benim olmayan tek bestenin sahibi Deniz Bayrak, yol arkadaşlarım oldular. Gönüllerine, emeklerine sağlık.

Video klipleri çeken, elinizde tuttuğunuz sayfaları tasarlayan Selçuk Demirci, sevgili Cihangir Aslan, sevgili Saygın Akbudak, sevgili Özge Yılancı ve tabii Pasaj Müzik / Garaj Müzik ailesi... Çok çok teşekkürler.

Son olarak, bu albümde birlikte bir şarkı söylediğimiz sevgili Hüsnü Arkan'a; sesiyle, varlığıyla yaptığı katkıdan ve bir hayalimi gerçekleştirmemde bana el vermesinden dolayı teşekkürü borç biliyorum.

Her şeyin asıl şimdi başladığını düşündükçe heyecanlanıyorum. Bu heyecanla, müzikle örülmüş tanışıklık hissinin gelecekte daha da büyüyeceğini, kendi dünyalarımızın ortak duygularla birleşeceğini görüp kendimi mutlu ve şanslı bir insan sayıyorum.

İyi dinlemeler, müzik dolu yolculuklar...
Mahmut ÇINAR

9 Mayıs 2019 Perşembe


O bizim uyumsuz çocuğumuz...

Ahmet Kaya




Bir yanıyla bugünün insanıydı. Anlattığı her hikâye, yeni zamanların acılarına, umutlarına, mücadelelerine, zaferlerine ama en çok yenilgilerine dokunuyordu. Darbeyle, ihanetle, yalnızlıkla hayatları, gelecekleri ve geçmişleri ellerinden alınmış insanların "modern" kederini anlatıyordu.

Şehirliydi... 

Başımız beladaydı; yasal mermisiyle yaklaşan komiserden kaçıyor, eşkâlimizi gizliyorduk. Parlak bir geleceğin idealiyle atıldığımız deli yol bizi hep beraber yürüyeceğimiz özgür ve müreffeh geniş caddelere değil, kentin kaybolmuş çocuklara, orospulara, kaçaklara, bitirimlere ayırdığı arka sokaklarına çıkarmıştı. Kimimiz kayboldu, kimimiz geleceğe dair umudunu kutulara sakladı, kimimiz bu kez sadece kendisi için kurulabilecek rahat, konforlu bir geleceğin peşinden koşmak için şehrin parlak merkezlerine döndü.

Bazıları ise o sokakların kadim diline ses oldu. O dil Türkçelerden, Kürtçelerden azade, aslında bu ülkenin yoksullukla, hor görülmüşlükle büyümüş, doğduğu yahut ait olduğu coğrafyanın hangi meridyende olduğuna bağlı olarak kaderi çizilmiş evlatlarının anadiliydi. Ahmet Kaya bu anadili çoğumuz kadar, belki çoğumuzdan iyi biliyordu zaten. O dili bize öğretti, o dili konuşanlara tercüman oldu, o sokakların sakinlerine, o dille hikâyeler anlatabilmenin hazin heyecanını gösterdi.

Sevdalıydı...

Anladık ki, sanılanın aksine ceketlerinin iç cebine tabanca saklayanların o ceplerinde soğuk kabzaya bitişik sevdalar da saklanabiliyormuş. "O"nun bazen elini cebine sokup ikisine birden sarıldığını düşünmüşümdür hep. O tabancaya dokunduğu şarkılar, bugünün düne, varlığın yokluğa, hayatın "geçmiş"e dönmek üzere olduğunu anlatıyordu.  Oysa sevgi de aşk da yalnız geleceğin pencerelerini açar. "Bu ne yaman çelişki anne..."

Gerçekti...

Yeni zamanların insanıydı ya, yeni zamanların kurallarına hiç uymadı. Bu gösterinin tam ortasındaydı da bu gösteriden hiç haz etmedi. Eminim zira bunu hayatıyla gösterdi. Anlattığı öykü onun gerçeği oldu. "Onlar şarkı sonuçta..." deyip geçemedi; duygusunu hayatının gerçeği, hayatını şarkısının sözü kıldı. Bu yanıyla da bu çağa ait değilmiş gibi durdu hep.
Söylediği şarkıların, haykırdığı sözlerin kehanetini yaşayan kaç kişi biliyorsunuz?

Ben Ahmet Kaya'da hep bir "olmamışlık" bulurum. Yalnız anlattığı büyük hikâyenin hayal kırıklığına bağlanan sonu değil bana bunu hissettiren. Yalnız müziğini bir yerlere konumlandıramamanın tedirginliğiyle de söylemiyorum bunu. Onda hayatının baharında geleceği gözlerinin önünden uçup gitmiş, büyümesi sekteye uğramış, yaş almışların sözde olgunluğunun uzağına düşmüş bir gencin dünyasını görüyorum: Umutsuz ama âşık, öfkeli ama sevgi dolu, fevri ama özenli, küskün ama kucaklanan...

"Hırpalandım", "hapsedildim", "dövüldüm"," vuruldum" derken ne kadar küskünse, "Ellerini tutmazsam gülüm,yakarım geceleri" derken o kadar aşka, dolayısıyla hayata inanmış...

Eşsizdi...

Geçtiğimiz günlerin birinde birkaç müzisyen dostla şu soruyu sorduk kendimize: "Yeni bir Ahmet Kaya gelir mi?" Ben, Ahmet Kaya'nın gidişiyle doğan "sosyolojik" boşluğun henüz doldurulamadığını iddia ettim. Müzikte hem devrimci ve yeni laflar edebilen, hem müzikal olarak yeni bir ifade biçimi keşfeden hem de Ahmet Kaya kadar kitleselleşebilen, gruplar, görüşler, bağlamlar ve durumlar üstü bir figür henüz yok. Gezi'nin geride bıraktığı hava içerisinden çıkar mı onu da bilmiyorum. Ancak sözünü, O'nun zamanında söylediği özgünlükte söyleyebilen kim olacaksa büyük bir "vaka"ya dönüşecek, bunu biliyorum.

Ahmet Kaya bir "vaka"dır. Tanımlanamaz, sınırlandırılamaz, sınıflandırılamaz bir yerde duruyor. Kendisine yöneltilen eleştirilenin bazılarını olduğu gibi kendisine yönelen sevginin ve iltifatın çoğunu da hak ediyor. İstatistiklere göre, kullanıcılarının çoğunun onun müziğiyle o hayattayken tanışmaya yaşı yetmeyen gençler olduğu Youtube'da hâlâ en çok onun şarkıları dinleniyor.

Siyasetten uzak dertleri de, sevdaya yer bırakmayan yaşam gailesi de, ama cezaevleri de, ama sürgünler de, ve tabii her zaman olmamış sevdalar da yakamızı bırakmayacak, bunu anladık. Bunu anladıkça Ahmet Kaya'yı da, onun daha uzun yıllar boyunca hep "en çok dinlenen"imiz olacağını da gördük.

Aldık, kabul ettik, başımızın üstüne koyduk gözüm...


 Ahmet Kaya - Hoşçakalın Gözüm

6 Mart 2016 Pazar

Bir türkünün peşinde: Neden Geldim Amerika'ya? - 1

"Neden Geldim İstanbul'a?" olarak tanıdığımız "Neden Geldim Amerika'ya?"nın kulağa Achilleas Poulos'la gelen yankısında, yüzyılın başında, doğup büyüdükleri toprağı, ölü ya da diri sevdiklerini terk etmek, binlerce kilometre uzağa göçmek zorunda kalanların, o "istenmeyen"lerin duyulmamış, duyulsa da unutulmuş acıları var. 


Evvela;

Dost meclislerinde bir övünme bahsidir benim için: Yıl 1996. Lise öğrencisiyim. Antalya'da bir kaset dükkânının önünden geçerken camdan içerideki kaset kutusunu görüyorum. Vitrine bile konmamış. Belli, kargo kutularından yeni çıkmış, en iyi ihtimalle dükkânın içinde, en kuytuda bir yere bir örneği konacak olan sanırım 20 kadar kaset. Çok sade kapağı işgal eden fotoğraftaki adamı tanıyorum ben. Kıvırcık saçlı, gitarlı (olur mu?!) perdesiz gitarlı adam. Dünyada (en azından o zaman) kıvırcık saçlı, perdesiz gitarlı tek adam var: Erkan Oğur.

Gitar çalmaya yeni yeni başlamışım (eski bağlamacıyım şükür), Ortaçgil dinliyorum, Kızılok dinliyorum, Yeni Türkü dinliyorum, derken oturup dinlediklerimi arkadaşın gitarıyla kendi kendime çalıyorum. Bana öyle geliyor ki Erkan Oğur'u Antalya'da bir ben tanıyorum (şimdi düşününce, hani bir ben değilsem de bir avuç insandık büyük ihtimalle). Müzik arayan kulaklarım ufak ufak sağda solda duymaya başlamış gitarını. Bülent Ortaçgil'le, Janet&Jak Esim'le yaptığı işlerden falan biliyoruz da, ne bileyim Sezen Aksu'nun, Nazan Öncel'in, Mustafa Sandal'ın şarkılarında o eşsiz icra edilişiyle perdesiz gitara denk geldikçe "aaa, bu o, eminim" demeye başlamışım, öyle...

Dükkana giriyorum. O gün cebimde kaseti alacak para yok. Ama kasetlerin altındaki kıvrılmış posteri görmüşüm. "Şu posteri alabilir miyim?" diyorum tezgâhın arkasındaki adama. Sırf ben sordum diye postere ilk kez dikkat kesiliyor, gidip açıyor, kollarını gerip biraz uzaktan bakıyor.

"Kim ki bu?"

...

Billahi övünme bahsidir ki lise öğrencisiyken kardeşimle paylaştığımız odanın kapısında Erkan Oğur posteri, daha doğrusu şu albüm afişi asılıydı:



Bir Ömürlük Misafir, zar zor bulunan müzik dergileri sağolsun (o zamanlar internetin bizde fikri dahi yok!) 94'te Fretless adıyla yurtdışında basıldığını bildiğimiz albümün Türkiye'de yeniden, kimi farklarla kaydedilmiş versiyonu. Benim için hâlâ Türkiye müzik tarihinin en iyi 10 albümü arasındadır. Gitar çalmaya başlamış bir çocuk olarak 'Mor Dağlar' ve Philip Catherine bestesi 'Home Comings' favorilerim olsa da 'Mamoş', sözlerini Sezen Aksu ve Bülent Ortaçgil'in yazdığı 'Bir Ömürlük Misafir' (Fretless'de 'Bayati' adıyla ve enstrümantal... Eseri daha sonra dünyanın en ünlü flamenko gitaristlerinden José Fernández Torres, namıdiğer Tomatito, 2001 tarihli Paseo De Los Castaños albümünde 'Cancion Turca' adıyla, yaylılar eşliğinde yeniden yorumladı) ve 'Neden Geldim İstanbul'a?', o zamana kadar duymadığım bir tarzın, hemen her haliyle "bizim" olsa da gitarla o biçimde, o perdede şarkı/türkü söylendiğine daha önce tanık olmadığımız için ilginç gelen bir yeniliğin sesleri; ve dinledikçe yüreğime akıyor.

Bu yazının meselesi olan 'Neden Geldim İstanbul'a?' şarkısını (esasen türküsünü) Burhan Çaçan'dan biliyorduk zaten. Sanıyorum 90'ların başında epeyce popüler olmuştu. Nitekim, Bir Ömürlük Misafir'in kapağında şarkının sözlerinin altında küçük bir ithaf notu görüyorum: "Bütün talihsiz müzik parçaları adına..."

Aşil Ponolos, Archilles Polonos yahut Achilleas Poulos

Şarkının öyküsünü 1995'teki bir söyleşide anlatıyor Oğur:

"İlginç bir öyküsü var. O türkü, Aşil Ponolos adlı, Harput'tan Amerika'ya göç eden Elazığ'lı bir Ermeni vatandaşımızın bestelediği bir türküdür. New York'ta bir taş plakta çıktı. Amerika'da 1992 yılında, Amerika'ya göç eden göçmenlerin müzikleri ile ilgili bir kitap yayınlamış olan ]erry Silverman adlı bir müzikoloğun, kitabında Harput yöresinden kullanmak istediği bir türkü idi. Bana 'Bu parça hangi makamdadır, ne anlatıyor bu adam?' gibi sorular sordu, açıklama istedi. Ben de türküyü bu vesileyle ilk kez o zaman dinlemiştim. Türkünün orijinal ismi 'Neden geldim Amerika'ya?'"

Türküyü öğrenen Oğur, eş dost çevresinde yavaş yavaş, her zamanki çekingenliğiyle (kendi tabiriyle "cüret ederek") çalmaya, söylemeye başlıyor. Janet&Jak Esim'in, Yahudilerin İspanya'dan göçünün 500. yılı (1992) dolayısıyla Avrupa'nın çeşitli kentlerinde verdikleri dizi konserler için gidilen bir kentte (büyük ihtimalle Brüksel), otel odasında söylemeye cüret etmese de udla türküyü çalıyor mesela:



Derken türkü bir biçimde Burhan Çaçan'ın kulağına gidiyor; malum "talihsiz müzik parçası" oluveriyor. Oğur, 96'da albümünde yer vererek belki de bu talihsizlik halini geriye sarmaya çalışıyor. Öyle ya da böyle, ortaya çıkan eser işte bu: 



Albüm kapağında şarkının yazarı olarak "Archilles Polonos" ismi görülüyor. Başka da bilgi yok. 

Oysa şarkıyı söyleyen tenorun adı Archilles Polonos değil, Achilleas Poulos. Dahası Erkan Oğur'un tahmin ettiği gibi bir Ermeni değil, Osmanlı'nın son yıllarında Amerika'ya göçmüş olan bir Rum. 


Hayatı hakkında pek bir şey bilinmiyor. Bilinen, bulunabilen 40 kadar kaydı var. Bu kayıtların çoğu, belki de en çok tanınan 'Neden Geldim Amerika'ya?' hariç tümü, ya Klasik Türk Musikisi'nin 19. yüzyıl eserlerinin geleneğe bağlı yorumları, ya da İstanbul ve Ege Rum müziğinin örnekleri. İddialı olacak ama, bir Hafız Sami olmasa da bir Hafız Osman yahut Hafız Kemal kadar mahir (bir türlü ısınamadığım Hafız Burhan'ın gazellerinde, şarkılarında uzandığından çok daha uzak seslere, çok daha ustalıkla basabiliyor). Epeyce geleneksel bir üslubu, kuvvetli bir hançeresi var. Ud ve lavtayı kâfi derecede çaldığını biliyoruz.

Achilleas Poulos, Mahur Gazel


Bu haliyle hikâye, bizim coğrafyada alışık olduğumuz bir göçme, belki bir kaçma hikâyesi gibi duruyor. Yüzyıla yeni bir siyasi ve toplumsal hayalle, bu hayalin aksak projesiyle giren Osmanlı'da, yüzyıllardır kök saldığı toprakları bırakmak zorunda kalan, o toprakları terk etmek zorunda bırakılan binler binler, çantalarına hayatlarını, geçmişlerini, sanatlarını ve kültürlerini de doldurup terk etti bu toprakları. Achilleas Poulos da bu isimlerden biri belli ki... (Devam edecek)

(İnşallah haftaya: Amerika'da gurbet, yeniden müzikli hayat ve belki de 'Neden Geldim Amerika'ya?'nın asıl sahibi Marko Melkon)

5 Ocak 2016 Salı

Arkansaslı Rosetta Tharpe'den Dersimli Ayşe Şewaxî'ye dünyatarihsel tekerrür


İlk plak kaydını Dersim Katliamı'nın yaşandığı elim yılda yapan Rosetta Tharpe yıllar önce Manchester'dan soruyordu: "Yağmur yağmadı mı?"
Tharpe hayata gözlerini yumduktan sanıyorum 6 ya da 7 yıl sonra Pertek'in Celedûr köyünde dünyaya gelen Ayşe Şewaxî cevaplıyor: "Yağmur yağdı, le le, toprak ıslanmadı..."



"The Original Soul Sister"la tanışın. Sister Rosetta Tharpe, az aşağıdaki videoda, kapalı bir Manchester gününde hemen hepsi beyaz olan yeniyetmelere coşkuyla şarkı söylüyor. Elvis'in, Johnny Cash'in, Chuck Berry'nin ve daha nicesinin ilhamı, müzikal ablası... Kış vakti "kopkoyu bir göğe bakarak şarkı söylemek de var" dedirtir belki diye...





1915'te, ABD'nin belki de en ırkçı eyaleti Arkansas'ta, pamuk işçisi bir anne babadan dünyaya gelmiş Tharpe. "Neredeyse..." değil, bildiğin kölelik.

(2006'nın başı. Bir iki hafta önce 90. yaşına giren Mihri Belli'yle, Sahrayıcedit'deki evindeyiz. "30'lu yıllarda Mississippi'deydim" diyor. "Martin Luther King kaydırak kayıyordu ben Amerika'yı örgütlerken. Ben ülkemde çok fakirlik gördüm, çok acı, çok zulüm... Ama o yıllarda Amerika'da gördüğüm şey, siyah yarıcıların o tarlalarda yaşadıkları, tarif edilebilir gibi değil.)

Ellerinden, dünyaya gelmekten (kendilerine sormadan getirilmekten diyelim) doğan en basit olanlar da dahil, tüm hürriyetleri alınanların çoğu gibi (e, esasen 4 yaşındaki bir çocuğu kiliseye götürüp orada "gospel" söylemesi için onu teşvik eden bir anne yüzünden/sayesinde) tanrılara ve müziğe kaymış hayat yolu, hem de en başından itibaren. Belli'nin "tarif edilemez" bulduğu bir acıda, köy köy gezerek gitar çalıp ilahiler söylemiş.

"The Original Soul Sister"la tanışın. Sister Rosetta Tharpe, kapalı bir Manchester gününde hemen hepsi beyaz olan yeniyetmelere coşkuyla...


Sister Rosetta Tharpe söylüyor: Didn't it Rain?


Yıl 1964. Artık neredeyse 50 yaşında, eh, epeyce şöhretli, güçlü bir kadın gibi görünüyor; hele de öyle bir çocukluk hikâyesinin ardından... Oysa (tekrar) yıl 1964. Mesela Rosa Parks'ın 55'teki otobüs eyleminin izleri tüm otobüs duraklarında belki; Mihri Belli Amerika'yı örgütlerken kaydırak kayan Martin Luther King, "Bir hayalim var..." konuşmasını henüz bir yıl önce, ülkenin başkentinde yapmış (öldürülmesine birkaç yıl var); Güney'deki eyaletlerde siyah Amerikalılar, üniversitelere kabul edilmiyor (aslında birçoğu eğitim politikaları, okul yönetimleri ve toplumsal baskı nedeniyle lise düzeyindeki eğitimlerini bile tamamlayamıyor); ülkenin her köşesinde, bugün de olduğu gibi polisin siyahlar üzerindeki korkunç baskılarına karşı öz savunma gücü görevini üstlenecek olan "Kara Panterler" henüz ortada yok...

"Yağmur yağmadı mı çocuklar?" diyor şarkısı; Nuh Tufanı'na ithafen. Beyaz İngiliz çocuklar ders alsın istiyor gibi. Ama esasen o yağmur yağsın, o tufan kopsun diye geçiyor olabilir içinden. Tok, hararetli bir sesle "Yağmur yağmadı mı çocuklar?", "Hâlâ yağmadı mı?"ya dönüyor belki. Bir tufan, tüm acıları ortadan, tüm tarihi yeniden yazarak kaldıracak!

Halkının özgürlük mücadelesi, bütün dünyaya ilham olurken, siyah bir kadın, kendisinden sonraki müziğin kurallarını çoktan beridir yazıyor.


Dersim

Dersim... "Gümüş kapı" anlamına geliyor. Bugün bir intikamın adı olan "Tunceli" yerine "Dersim" demek bile ne güzel hissettiriyor değil mi? Bir isyanın, aslında bin isyanın coğrafyası; halkların "biz varız; tam da olduğumuz, olmak istediğimi gibi varız!" coğrafyası...

Acıda kıyas ayıptır tabii, ama anlamak için demeli: Dersimli'in acıları, yoksunlukları, kayıpları, yüzleştiği katliamları Arkansaslı'nınkini aratmaz.



                  Ayşe Şewaxî söylüyor: Were Were & Min digo Melê (Baran Barî)

Ayşe Şewaxî, evinde, etrafında kimisi gözyaşlarını tutamayan kadınlara, bir kaybın ağıdını okuyor önce. Ardından bir imkansız aşk türküsünü ("kilamını" mı demeliydik?)... Derken (4. dakikanın ortalarından itibaren) bağlamasına başka bir tempoyla vurmaya başlıyor, hareketleniyor; sanki coşacak da bunca acıdan sonra umutlu, mutlu, heyecanlı bir şeyler söyleyecek. Semaha durur gibi oynayan bir kadının görüntüsü sonra:

"Midgo melê le le midgo (min digo) melê..."

"Dedim ki 'melek' le le dedim ki melek..."

Vuruyor sazına!
İnsan, "Ne güzel..." diye düşünüyor, "'melek' diyor sevdiğine. Güzel bir hikâye olmalı."
Derken devam ediyor:

"Malan bar kir, vay vay, çaydan (di)kelê!"

"Evler yüklendi (gitti), çay (hâlâ) kaynıyor!"

Dersim'de bir evde, unutulmamış bir gidişin türküsü...

İlk plak kaydını Dersim Katliamı'nın yaşandığı elim yılda yapan Rosetta Tharpe yıllar önce Manchester'dan soruyordu: "Yağmur yağmadı mı?"

Tharpe hayata gözlerini yumduktan sanıyorum 6 ya da 7 yıl sonra Pertek'in Celedûr köyünde dünyaya gelen Ayşe Şewaxî cevaplıyor kilamın devamında:

"Baran barî lê lê erd şil nekir,
Ev ya mîn bûy lê lê Xwedê nekir."

"Yağmur yağdı, le le, toprak ıslanmadı,
O benimdi de, le le, nasip olmadı."

Acı, araya giren okyanusu, bizi uzak eden dilleri falan dinlemiyor. "Nasip olmamışlık" halini, "olmamışlık" halini, aşk şarkılarında, Allah türkülerinde bile "kaybeden" olmanın göz yaşartan öyküsünü söyletiyor, Arkansaslı Rosetta Tharpe'e, Dersimli Ayşe Şewaxî'ye, Cesária Évora'ya... Ama bu baskıya isyan edenlere de aynı acı söyletiyor: Mesela, 18. Yüzyılda, ünlü "Tanrı Kralı Korusun" şarkısının sözlerini "Kadınların Hakları" diye yeniden yazıp, belki de bugün anladığımız haliyle ilk feminist protest şarkıyı halkın diline pelesenk eden, adı bilinmeyen kadına,  "We shall overcome, one day" ("Bir gün galip geleceğiz") diyen Mahalia Jackson'a, hele hele birkaç yüzyıl önce Anadolu'da,

"Latife, çok hayasızam
Çok severem, çok yüzsüzem
Ar namustan habersizem
Çalaram sazım vallahi" diyen Latife Hanım'a...

(Bu sonuncusu, başka bir yazının konusu olsun).

2 Ocak 2016 Cumartesi

Bu Kışın Kırılmış Kalplerinin Hem Derdi, Hem Dermanı: “Kırık Hava”

Hüsnü Arkan tam da zamanında, yazık ki karanlık ve geçen onca zamana rağmen hâlâ kapkara kömür kokacağa benzer bir kışın arifesinde "Kırık Hava"yla, bir “kırık” halin sesi olmak için bir kez daha kulaklarımızda.


Acılarda aşk devşirdiğimiz, kalbimizin derdini insanlık derdinin üstünde tutmamak için ne büyük çabalar sarf ettiğimiz, insana, memlekete, doğaya dair sorumluluğun sevgilimizin saçlarını koklarken üzerimize düşüverdiği; yine de zulümden sevgiye kaçtığımız, kaçarken yalnız hissettiğimiz, birbirimizi sokaklarda, meydanlarda, cenaze törenlerinde gözlerimize derin derin, uzun uzun bakarak ancak tanıyabildiğimiz bir zaman ve bir ülke bu. Anlamları yeniden bulmak, onlara yeniden sarılabilmek için elimizde birbirimizden başka bir şeyimiz de yok üstelik.
“Kırık Hava”
Yapımcı: Ada Müzik
Kayıt Yeri: Stüdyo Harems
Kayıt: Efe Demiryoğuran, Cihangir Aslan
Miksaj: Efe Demiryoğuran
Mastering: Demirhan Baylan
Grafik Tasarım: Ragıp İncesağır
Fotoğraflar: Özgür Biber
Birbirimize ulaşmanın, derdimizi anlatmanın en evrensel, en sonsuz yolu ise yine ve hep, müzik.
Hüsnü Arkan tam da zamanında, yazık ki karanlık ve geçen onca zamana rağmen hâlâ kapkara kömür kokacağa benzer bir kışın arifesinde "Kırık Hava"yla bu anlaşmanın, bu ortaklaşmanın, bu “kırık” halin sesi olmak için bir kez daha kulaklarımızda.
Ekim'in sonlarına doğru yayınladığı dördüncü solo albümü "Kırık Hava"yla Arkan, her haliyle bizim şarkılarımızı; aşka, özleme, hasrete, yoksunluğa olduğu kadar direnmeye, unutmamaya, paylaşmaya dair şarkılarımızı söylüyor bir kez daha.
1991’de yayınladığı “Bir Yalnızlık Ezgisi”nden bugüne önemli bir değişim gösterdi Hüsnü Arkan’ın müziği. Bir Yalnızlık Ezgisi, yalnız açıkça siyasi mesajlar veren sözlerle örülmüş şarkılarıyla değil, pek tanıdık gelen basit altyapısıyla da (gitar, bağlama, synthesizer) dönemin “özgün müzik” başlığında sınırlandırılan müzikal anlayışının bir ürünüydü. Belki bu nedenle, Arkan’ın yolu 93’te, o güne dek benzer bir tarzda ilerleyen Ezginin Günlüğü’yle kesişti. Bu tarihten itibaren ise hem Arkan’ın hem de onun etkisiyle Ezginin Günlüğü’nün şarkılarının çoğuna imza atan Nadir Göktürk’ün müzik yolu yavaş yavaş değişti, dönüştü. Bana göre, “Oyun”, kendinden sonraki başarılı albümlere rağmen bu dönüşüm en önemli eseri olarak geçti müzik tarihimize.
Hüsnü Arkan’ın, Ezginin Günlüğü’nden bağımsız olarak yaptığı işler de, Ezginin Günlüğü’nün uzun süredir yaptığı işler gibi; politik mesajlar, daha doğrusu toplumsal hayaller içeren bir müziğin bizde örneklerine sık rastladığımız biçimde kötü müzik olmak zorunda olmadığını gösteriyor. "Kırık Hava", bir aşk ve hasret albümü olsa da, politik angajmanın hayatın ve müziğin de temellerine yerleştiği bir geçmişte, diyelim Yeni Türkü’nün sonradan keşfedilen “Buğdayın Türküsü”yle yaptığını birkaç adım öteye taşıyarak şarkılardaki politik mesajı hayata, aşka, dostluğa, özleme yayıyor.
Bunun en güzel örneği ise, her satırında, her notasında “Gezi”nin kokusunu taşıyan “Öyle Bir Rüya”. Şarkı, yine bir Hüsnü Arkan, Birsen Tezer, Gürol Ağırbaş beraberliğinin meyvesi; kulaklarımızın ve kalbimizin en derininde yerini çoktan edinmiş olan “Hoşgeldin” gibi… Bu kez, Hoşgeldin’de çaldığı akustik gitarla küçük de olsa sihirli dokunuşu hissedilen Ortaçgil’in adı yok künyede. Birsen Tezer’in sihirli sesi ise tüm geçmiş güzel baharları kapattığınız gözlerinizin önüne getiriveriyor.
Ezginin Günlüğü günlerinden de biliyoruz; belki artık geçmişe ait olan, şehrin her köşesinde izlerini aradığımız, neyse ki hâlâ zaman zaman bu izleri bulabildiğimiz bir İstanbul hayali Hüsnü Arkan müziğinde büyük yer kaplıyor. Mesela Boğaz’a, mesela Galata’ya; martılara, köprülere, istavrite, sokak çocuklarına, tramvaylara, rakıya her köşesinde rastlıyoruz şarkılarının. Bu havayı makamsal olarak da karşılıyor onun İstanbul şarkıları. Kırık Hava’da nihavent “Uzak Ufkun Yolcusu”, “Aşkı Gördüm” ve öğretmen şair Ömer Karayılan’ın pek güzel şiirinin parçalarıyla bestelenmiş “Makes Hanım”, Arkan’ın müziğinde duymaya alıştığımız Klasik Türk Müziği esintileriyle yapılmış besteler.
Hüsnü Arkan her şeyden önce iyi bir şair. Dahası, yazdığı şarkı sözlerine yaptığı besteler, farklı şairlerin şiirlerinden bestelediği şarkılara kıyasla öne çıkıyor. “Kırık Hava”, “Keder”, “Öyle Bir Rüya”, “Gülersen” ve Cem Adrian’ın kendine has sesiyle “Gönül Yarası”, albümün en “oturmuş” şarkıları. Bunda tabii ki organik bir söz-müzik beraberliğinin, şarkıyı yaratan duygunun bütünlüklü olarak şarkının yaratıcısı tarafından söze ve müziğe dökülmesinin etkisi var. Üstelik bestelemek için seçtiği şiirlerin önemli bir kısmı (bence hiç dokunulmaması gereken, Uyar’ın “Yokuş Yol’a”sı mesela), böyle bir tasarruf için zor yapılar barındırıyor. Yine de belki Derya Köroğlu’yla birlikte, en iyi “şiir besteleyen” şarkıcılar arasında saymak gerekiyor Arkan’ı. Kırık Hava’da, Bedri Rahmi’nin şiirinden sözlerle “Bölüşmek Şart” ve yukarıda adı geçen “Makes Hanım”, bu anlamda, Arkan’ın şiir bestelediği kimi şarkılarında ortaya çıkan sorunlardan arınmış.
Gökhan Tümkaya’nın yazdığı “Aşk Ayazı” ise sözü ya da müziği Arkan’a ait olmayan tek şarkı.
Yine çok değerli katkılar, dokunuşlar var albümde. Birsen Tezer, Cem Adrian ve albümün en akılda kalan şarkısı “Kırık Hava”da hem düzenlemesiyle, hem çaldığı çelloyla hem de şarkının “havası”nı değiştiren vokaliyle Rubato’dan Özer Arkun, künyeyi açmadan kulağınıza çalınanlar.
Künye ise, her Hüsnü Arkan albümü gibi kalabalık ve çok renkli: Cahit Berkay, “Gönül Yarası”nda, “tam burada, tam da bu havada…” dedirten yaylı tamburuyla stüdyoya konuk olmuş. Arıkan Sarıkaya, Baran Çak, Cihan Güvenç (Öyle Bir Rüya); Fatih Ahıskalı, Göksun Çavdar, Eralp Görgün, Alper Zengintaş, Hasan Umut Önder (Kırık Hava); Efe Demiryoğuran (sekiz şarkının bas gitarları, kaydı ve miksajı), şarkıların çoğunda düzenlemeleri yapan, akustik gitarı ve albümü diğer Hüsnü Arkan albümlerinden ses olarak en fazla ayıran elektro gitarları çalan Cihangir Aslan; Hüseyin Cebişçi (Gönül Yarası, Aşk Ayazı), Saygın Akbudak (Makes Hanım, Bölüşmek Şart), Gökhan Varol (Keder), Evren Arkman (Makes Hanım, Aşkı Gördüm); davulları çalan Okay Aynur; viyolonselleri çalan Timur Atasever; perküsyonları çalan Şener Yolal; Erdem Sökmen (Uzak Ufkun Yolcusu); aynı şarkıda vokal yapan Tuğba Tezer; Uzak Ufkun Yolcusu ve Makes Hanım’da çaldığı kanunla “o da burada” dediğimiz Göksel Baktagir; her iki şarkıda udları çalan Yurdal Tokcan; Uğur Varol (Gönül Yarası); Aşk Ayazı’nda çaldığı akordeonla Rustam Mahmudov, sayabildiğim müzisyenler.
“Öyle Bir Rüya”nda büyük ihtimalle Birsen Tezer’in dokunduğu kanunu kimin icra ettiği bilgisi yazık ki albüm künyesinde yer almamış.
“Bu kış hangi şarkıyla ağlayacağımız belli oldu” diyordu bir arkadaşım, “Kırık Hava”dan bahsederken; doğru. Yine de her şeyin bazen çok karanlık göründüğü bir zamanda, ağlayabilmek kadar böyle şarkılar yapabiliyor olmak çok değerli, çok anlamlı… 

(Bu yazı, 21 Kasım 2015 tarihinde bianet.org adresinde yayınlandı.)